30 Ekim 2011 Pazar



Dubrovnik…
                Tarihle doğanın sarmaş dolaş olduğu bu kadar güzel bir başka yer daha var mıdır bilmiyorum… bu güne ev sahipliği yapan ortaçağ kenti ve yanı başında yeşille mavinin  rahatsız edilmeden buluştuğu bir rüya şehir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, etrafına yüzlerce adanın serpiştirildiği mağrur bir yarım  ada..











       Şaşkınlıkla, gördüğüm her güzellik karşısında biraz daha büyüleniyorum. Şehre girerken, küçük ve şirin evlerle oya gibi işlenmiş kıyılar karşılıyor bizi.
       Aldığımız her virajın gizlediği güzellik bir sonraki için sabırsızlandırıyor.
Yeni sevgiliyle ilk randevu gibi…












OLD TOWN   
Bu ülke de kıskandığım tek şey; yaşamın hala var olduğu ve tüm bunlara rağmen hiç bozulmamış ortaçağ şehirlerinin olması. Öyle ki bu şehirler içlerine girdiğinizde zamanda yolculuk yapmışsınız hissi uyandırıyor.













       Kiliselerin,tiyatroların,müzelerin ve dünyanın ilk eczanesinin de içinde bulunduğu cadde yüzlerce yıllık bu şehri ikiye ayırıyor.
      Caddenin her iki tarafı her biri diğerine açılan, dar ve çetrefilli, film stüdyosunu andıran ve balkonlarında yaşamın varlığına işaret eden çamaşırların asılı olduğu, hani Türk filmlerinde ki her genç kızın rüyası yeşil panjurlu evlerle sarılı…ve ben tarihin bu dar koridorlarında gelecekten gelmiş zaman yolcusu misali  ilerliyorum...








NOT:
Olmak istediğim yerde, kendimle ve her şey deyim sanki... 
bir hal geliyor üstüme . Serserilik ,başı boşluk, avarelik,nerde akşam orda sabahcılık, sorumsuzluk,boş vermişlik….
oh ohh ohhh ne güzel ve ne hafifletici… 
…altı çizilmiş sorunlar,üstü karalanmış hayaller,alman usulü aşklar,
düşler,korkular,kapattığım defterler,açtığım yaralar,usulsüz hesaplar hiçbiri yok burada..…bu sokaklar,bu evler içine aldı,ait oldukları zamana gömdü sanki her birini.






             İç savaş zamanında Sırp toplarından şehri koruyan ihtişamlı surlar…
bu şehir tepeden baktığınızda insanı gerçekten büyülüyor.

Ve ben  düşünüyorum…
‘ Ülkemizde olsa böyle bir şehir ’  
Hiç bir zarara uğramadan, yüzyıllardır içinde yaşamı var eden bir şehir...
içim acıyor birden ve insanlarımızın bu konuda ki duyarsızlıkları ani bir öfke oluşturuyor beynimde…kıskanıyorum bu insanların içlerindeki hassasiyeti ve duyarlılığı…
Rehberimizin anlattığı trajikomik bir durum daha da kanırtıyor içimde ki hissiyatı. 
Sizlere de anlatıyorum: ‘Sümela manastırında ki kapıların tahrip olması sebebiyle ne yapmaları konusunda iştişare yapan yetkililer çareyi bugün evlerimizde kullandığımız türden yeni nesil kapı kolları takmakta bulmuşlar’…
           Nasıl ama? anlayıştan yoksun olmak tam da budur işte… daha fazla yorum yapamıyorum.


Şehir müthiş bir turist trafiğine sahip ve bu durum neden bu şehre ‘turizmin yeni               başkenti’yakıştırmasının yapıldığını anlamınızı sağlıyor.



Gecesi de bir başka güzel üstelik…
girdiğiniz her sokak hoş restoranlar, şık cafe ler ve caz barlarla dolu..       
   üstelik çok pahalı da değil içecekler,su hariç tabi…burada en şaşırdığım şey 
   suyun fazlaca pahalı olması :))







Gecenin ışıkları daha da belirginleştiriyor kentin mistik havasını.Surlardan denize açılan kemer gizlenmiş bir başka güzelliği seriyor önünüze…. 







                                NOT :
             ……yazmak istiyorum bu akşam. Tarihin bu naif kokusunu sigara gibi çekiyorum içime, buz gibi biranın yanında iyi gidiyor doğrusu. Beynime yazdığım sözler unutulup gidiyor sonrasında. Çabalıyorum ama ; bir daha hiç yazamıyorum aynı duyguyla ve aynı kelimeleri bulamıyorum…
……aldığım her yudum yeni bir cümle yazdırırken, bir öncekinin mürekkebini dağıtıveriyor sanki…





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder