31 Ekim 2011 Pazartesi

gülümse biraz ...

  

Doğum ile ölüm arasındaki süreçtir varlığımız. Ne ondan öncesi, ne de sonrası var bizler için. Ve hiçbir şey bu sürecin sınırlarını bilemez, belki çok kısa belki de çok uzun. Ama yine de yaşamımızın çoğu anı bilemeyeceğimiz şeyler için kaygılanmak, deneyimlerimizden almamız gereken dersleri çalışmak ve geleceğimizi tasarlamakla yitip gider Bugünün aslında dün, yarının da bugün olduğunu unutarak, hayıflanarak ve sorgulayarak.

Yaşadığımız her acının yasını tutarken biz ve farkında olmadan var olma amacımızın ve uzaklaşarak özümüzden ve tutsakken egomuza, hayat algıladıklarımızın ötesidir aslında.
Ne denli mucizevi bir şey soluk alıp verebilmek, kontrol çabalarımız olmadan, acıların bizleri güçlendirmek için yaşandığını kabul ederek, azaltarak baskıları, gevşeyerek ve salarak kendimizi bazen hayatın akışına, aslında güzel şey yaşayabilmek.
Nasıl bakabildiğin ve nasıl düşündüğünle ilgili her şey, ne görmek istersen onu görür ve nasıl düşünürsen öyle yaşarsın. Acıya ve korkuya programlanmış hayatlar sunulur bizlere daha çocukken, her mutluluğun altında bir bit yeniği aratılır, nasihatler ve alışılagelmiş yaşam sözleri fısıldanır kulağımıza. Yaşadığımız her hatadan bir ders ve her güzellikten bir sorun çıkarmamız öğütlenir. Ve sen diken üstünde bir hayat yaşamayı seçersin böylelikle, hayatın akışına bırakamadan biraz olsun kendini ve özgür hissedemeden, salıp gidemezsin ruhunu,dünü bugüne,bugünü yarına karıştırırsın.
Oysa ne kadar basit bir döngü doğum ile ölüm arasındaki bu süreç. Neyi neden yaşadığına fazla takılmadan, tadına varmaya çalışarak her anın, çok fazla tutunmadan acılara ve zorluklara ve fazlaca düşünmeden belki de çıkamayacağın yarını, sadece bugünde var olabilmek...

Hüzün...

-Naber ?
-İyiyim, sen nasılsın?
-Bende iyiyim, ne olsun...
(yalan söyledim, pek de iyi değilim aslında... bir dostum yüzüme gülümseyerek bakmıyor mesela, dibi tutmuş sevdalarım da yok artık,telefonum hiç çalmıyor bazen,kaçıp gitmek istediğim yollar kapalı. ooo piti piti karamela sepeti diyerek yaptım sanki seçimleri mi. Doğrusu bu diyerek aldığım kararlar temyize gitti. Sen yoksun,yani varsında yoksun gibi )
-Nasıl gidiyor hayat?
-Güzel gidiyor, yolunda her şey :))
(Bu da yalan... bu ara hiç bir şey iyi gitmiyor.Ben olma yolunda yaptığım başlangıçlar olduğu yerde sayıyor.Her şey yoluna girecek,dibe vurmadan sıçranmıyor gibi laflarla oyalıyorum kendimi.Soluk benizli sokak çocuğu gibi,geçtim oturuyorum bi kıyıda.anladım ki çabalamak manasız,akışına bırakacaksın.)
-Nerelerdesin, görünmüyorsun ortalıklarda?
-Buralardayım.
(Nerede olucam, mevsimlerden kıştayım,kışında Martında,hani sonudur kışın ama kazma kürek yaktırır,geçmek bilmez,bitmek bilmez,oradayım işte tam ortasında.Ama biliyorum bahar kapıda..)
-Oldu o zaman.. görüşürüz
-Görüşürüz...
(Görüşürüz tabi,neden görüşmeyelim.. seni görmeyi her zaman isterim )

MONTENEGRO

  
    


Bildiğimiz Karadağ yani… Dünyanın en genç devleti şu anda. Ben Montenegro demeyi seçiyorum. Karadağ’ın o kasvetli ve soğuk hissiyatını taşımıyor sanki . Gelmeden önce ki yargılarımın sebebini de bu isme yükledim. Gerçi ülkeye ilk girdiğinizde karşılaştığınız görüntü, Karadağ isminin hakkını verircesine karşılıyor sizi…Sonra birden bulutların arasından güneş çıkar gibi şaşkın gözlerle bakıyorsunuz etrafa. Elim telefon tuşlarının üzerinde face e ‘Allah’ım cennetteyim galiba’ cümlesini yazarken buluveriyorum kendimi...                   
                   
             

                
Bu ülkede almış Sırp zulmünden nasibini, ama buna dair izler göremiyorsunuz çevrede, yaralar sarılmış. Tek gelir kaynağı turizm.

    

Dünyanın en büyük ikinci kanyonu buradaymış mesela, yaz turizminin yanında kış turizminde de oldukça iddialı.






  Kilometrelerce sahiller akıp gidiyor, Sinop ta ki Akliman sahiline benzetiyorum bahşedilmiş bu ayrılacığını..
  Denize girilebilecek alanlar Dubrovniğe oranla daha fazla…  

     


Aziz Stefan Adası
Bir zamanlar ünlüler, krallar, kraliçelere ev sahipliği yapmış olan ada 15.yüzyıldan 1950 lere kadar balıkçı kasabasıymış, 60-70 ve 80 lerde Sofia Loren, Marliyn Monroe ve Liz Taylor gibi ünlülerin uğrak yeri olmuş. Günümüzde de öyle tabii…
       Bu güzel ada restorasyon işlerinden dolayı gittiğimiz zaman kapalıydı, ancak eylül ayında kapılarını açıyor. Özellikle taş evleri ve plajlarıyla dikkat çeken ada kuşbakışı bakıldığında büyüleyici bir etki yapıyor…





Kotor Körfezi…..
 Kotor a doğru yol alıyoruz. Kotor körfezinde irili ufaklı tepeler birbirini kovalıyor ,biri diğerinden kaçarken suya düşmüş sanki, dans eden Latin bir kız vücudu kadar kıvrımlı   kıyılar… büyüleyici.
Resim alabilmemiz için duruyor aracımız ve  kanıtlamak istercesine şahit oldukları bu güzelliği ,herkes fotoğraf çekme telaşına kapılıveriyor. (ben de tabi kiiii….)



 
Sahildeki taş evlerle çocukluğumun çizgi filmlerinin içine dalıveriyorum.Özlem Harikalar Diyarında J
Heidi birazdan tepelerin ardından sıçraya sıçraya iniverecek sanki…




veee Unesco’nun kültür mirası listesinde bir şehir
KOTOR…


           




Otobüsten iniyoruz. Rehberimiz makinalarımıza sarılmamızı, gerekli serbest zamanımızın olacağını söylese de gördüğümüz güzellik karşısında fotoğraf çekmek için tuhaf bir dürtü hissediyoruz. Sanki bu kadar güzelliği resmetmeye zaman kalmayacakta,eksik hissedecekmişiz gibi…



 

  



Bökelj nehrini görüyoruz ilk… 
  

Surlardan pelerinini savuşturmuş tüm kibiriyle yeşil.
Ve meydan okurcasına mavinin üzerine serilivermiş…
Silahını çeken kovboy gibi davranıveriyorum fotoğraf makineme


  
Surlar hediye paketi gibi ,içinden yıllanmış şarap misali eski bir şehir daha  çıkıveriyor.
Anlayacağınız Ortaçağ ile Yakın çağ burada da kolkola.


2,500 yıllık geçmişiyle Adriyatik Denizi kıyısındaki en eski yerleşim yerlerinden biri BUDVA


    






Fazla söze gerek yok…denize kendini atıvermiş küçük bir şehir burası.Turistler akın etmiş.İstinasız tüm şehirlerde var olan old town (eski kasaba) bu şehre de renk vermiş.Yeşille birleşmiş güzel bir yat limanı,hemen yanında heybetli surlar ardında saklanmış minyatür, asırlık bir kasaba… çiçeklerle bezenmiş şirin taş evler,dar sokaklarında pastaneler,dükkanlar ve cafeler, meydanın da kiliseler ve kuleler…bayıldımmm :)


                          




    

30 Ekim 2011 Pazar

Adı yok...

               


"Görmek en gerçek eylemdir" ya hissetmek?
        Tanrı yı göremezsiniz ve bu gerçek olmadığı anlamına gelmez.Hava yı göremezsiniz ve bu soluduğunuz gerçeğini değiştirmez. Bir şey yaşarsınız, adını koyamadığınız bir şey. Tarifsizdir, hoş bir tadı vardır. Tat demek doğru mu bilmiyorum, ama tarifsiz demek tam da o dur.
        Anlat deseler tanımlayacak hiç bir kelime bulamazsınız.O kadar ki yaşamadığını düşündüğünüz insanlar için üzülürsünüz ve bir daha yaşayamayacağınızı sandığınız için de.Yeryüzünde hiçbir şey ona benzemiyordur sanki ve korkarsınız.
 Bir büyüdür, bir rüyadır ve de bir hayal. Hiç bir şey aynı değildir ve hiç bir şey bu kadar gerçek.Karabasandır, haykırmak istersiniz sesiniz çıkmaz. Korkunç bir rüyanın gerçek olmadığını bilmek ama yine de uyanamamak gibidir ya da güzel bir rüyanın gerçek olmadığını bilip uyanmak istememek gibi. Şu gibi,bu gibi,hayal gibi ,dağ gibi,yol gibi,aşk gibi...
           Sen bunları bilmiyorsun, sana yazıldığını bilmiyorsun . Oysa bilmelisin.
 Gerçek olamayacak kadar hayal, hayal olamayacak kadar gerçeksin.
           Şimdi uyuyorsun belki, belki de konuşmaktasın dostlarla ve aklına bile gelmiyorum dahası. Yarattığın tarifsiz mutluluk şimdilerde tarifsiz bir hüzne bıraktı yerini. Her güzelliğin kederli bir sonu mu olmalı illa ki? Her yaşantıyı insanın kendisinin seçtiği bir dünya da böyle bir sonu da kendisi mi belirliyor insan. Böyle bir son istemedim diyebilir miyim şimdi?
          Şimdi bunları neden yazdığımı sorabilirsin. Böyle atıyorum içimden seni, yazdığım her kelime bir cımbız gibi çekip alıyor yüreğimden. Anlatmak istemiyorum kimselere, biliyorum ki "boş ver" diyecekler, oysa iyice kanırtmalıyım bu yarayı, bağıra bağıra ağlamalıyım, şarkıların en güzel yerinde gülüşünü görüp ter içinde uyanmalıyım, şöyle okkalı bir tokat atmalı gelmeyişin, buz gibi vurmalı yüzüme sensizlik ve iyice deşmeliyim seni ve de tüketmeliyim arsızca...

Ah Bu Hayat...


        Yaşanmış hiçbir tecrübe ders almamıza yetmiyor  ve hiç bir şey yaşamamışcasına toy olabiliyoruz bazen.Bir çocuğun şekere kanması kadar kolay aldanıyoruz hayata.Daha önce izlemiş olduğumuzu filimin sonuna geldiğimizde anlayabiliyoruz Amalarla başlayan cümleler kuruyoruz her daim,annelerimizin  veremediği sorumluluğu sonrasında da alabilmeyi bir türlü beceremiyoruz.Bir beden büyük hayatlar giyiyoruz  hep ve dar gelen hayallerle düşüp kalkıyoruz.
        Yaptığmız her yanlışın altını bahanelerimizle  imzalıyoruz.Bahaneler ardındaki tek gerçekse “sadık düşmanımız korku” oluyor her zaman.Korkular yerine ümitleri şişirip patlatıyoruz.Çekirdek gibi çıtlatıyoruz hayallerimizi ,ağlamak için şarkıları bahane ediyor,gülmek için film izliyoruz.
        Uzaktan kumandası yok hayatımızın,yerimizden kalkmadan  değiştiremiyoruz.
        Acılar kaçarak tükenmiyor ve korkarak daha mutlu olmuyoruz.Marifet sandığımız gurur bizi dik tutmaya yetmiyor  ve daha güçlü yapmıyor babalarımızın nasihatları .
        Geçte olsa şunu anlıyoruz; “ Yaşanacaksa yaşamalısın,acıysa acı,korkuysa korku,sen de içinde olmalısın”
        Yaşanılan hiçbir şey tesadüf değil gerçekten,bazen bir alt sokaktan geçivermek bile hayatın gidişatını değiştiriveriyor,özüne döndükçe,farkındalığın arttıkça ve sorguladıkça aslında hep olmak istediğin sen olmanın artık vaktinin geldiğini anlıyorsun,o zaman tersine dönmeye başlıyor herşey ,evren sahneye bir türlü koyamadığın senaryon için gerekli olanı yapıveriyor.
       Ve sen şunu öğreniyorsun “Her zaman yapılacak bir şey vardır,yeter ki düşün,yeter ki fark et!!”





Dubrovnik…
                Tarihle doğanın sarmaş dolaş olduğu bu kadar güzel bir başka yer daha var mıdır bilmiyorum… bu güne ev sahipliği yapan ortaçağ kenti ve yanı başında yeşille mavinin  rahatsız edilmeden buluştuğu bir rüya şehir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, etrafına yüzlerce adanın serpiştirildiği mağrur bir yarım  ada..











       Şaşkınlıkla, gördüğüm her güzellik karşısında biraz daha büyüleniyorum. Şehre girerken, küçük ve şirin evlerle oya gibi işlenmiş kıyılar karşılıyor bizi.
       Aldığımız her virajın gizlediği güzellik bir sonraki için sabırsızlandırıyor.
Yeni sevgiliyle ilk randevu gibi…












OLD TOWN   
Bu ülke de kıskandığım tek şey; yaşamın hala var olduğu ve tüm bunlara rağmen hiç bozulmamış ortaçağ şehirlerinin olması. Öyle ki bu şehirler içlerine girdiğinizde zamanda yolculuk yapmışsınız hissi uyandırıyor.













       Kiliselerin,tiyatroların,müzelerin ve dünyanın ilk eczanesinin de içinde bulunduğu cadde yüzlerce yıllık bu şehri ikiye ayırıyor.
      Caddenin her iki tarafı her biri diğerine açılan, dar ve çetrefilli, film stüdyosunu andıran ve balkonlarında yaşamın varlığına işaret eden çamaşırların asılı olduğu, hani Türk filmlerinde ki her genç kızın rüyası yeşil panjurlu evlerle sarılı…ve ben tarihin bu dar koridorlarında gelecekten gelmiş zaman yolcusu misali  ilerliyorum...








NOT:
Olmak istediğim yerde, kendimle ve her şey deyim sanki... 
bir hal geliyor üstüme . Serserilik ,başı boşluk, avarelik,nerde akşam orda sabahcılık, sorumsuzluk,boş vermişlik….
oh ohh ohhh ne güzel ve ne hafifletici… 
…altı çizilmiş sorunlar,üstü karalanmış hayaller,alman usulü aşklar,
düşler,korkular,kapattığım defterler,açtığım yaralar,usulsüz hesaplar hiçbiri yok burada..…bu sokaklar,bu evler içine aldı,ait oldukları zamana gömdü sanki her birini.






             İç savaş zamanında Sırp toplarından şehri koruyan ihtişamlı surlar…
bu şehir tepeden baktığınızda insanı gerçekten büyülüyor.

Ve ben  düşünüyorum…
‘ Ülkemizde olsa böyle bir şehir ’  
Hiç bir zarara uğramadan, yüzyıllardır içinde yaşamı var eden bir şehir...
içim acıyor birden ve insanlarımızın bu konuda ki duyarsızlıkları ani bir öfke oluşturuyor beynimde…kıskanıyorum bu insanların içlerindeki hassasiyeti ve duyarlılığı…
Rehberimizin anlattığı trajikomik bir durum daha da kanırtıyor içimde ki hissiyatı. 
Sizlere de anlatıyorum: ‘Sümela manastırında ki kapıların tahrip olması sebebiyle ne yapmaları konusunda iştişare yapan yetkililer çareyi bugün evlerimizde kullandığımız türden yeni nesil kapı kolları takmakta bulmuşlar’…
           Nasıl ama? anlayıştan yoksun olmak tam da budur işte… daha fazla yorum yapamıyorum.


Şehir müthiş bir turist trafiğine sahip ve bu durum neden bu şehre ‘turizmin yeni               başkenti’yakıştırmasının yapıldığını anlamınızı sağlıyor.



Gecesi de bir başka güzel üstelik…
girdiğiniz her sokak hoş restoranlar, şık cafe ler ve caz barlarla dolu..       
   üstelik çok pahalı da değil içecekler,su hariç tabi…burada en şaşırdığım şey 
   suyun fazlaca pahalı olması :))







Gecenin ışıkları daha da belirginleştiriyor kentin mistik havasını.Surlardan denize açılan kemer gizlenmiş bir başka güzelliği seriyor önünüze…. 







                                NOT :
             ……yazmak istiyorum bu akşam. Tarihin bu naif kokusunu sigara gibi çekiyorum içime, buz gibi biranın yanında iyi gidiyor doğrusu. Beynime yazdığım sözler unutulup gidiyor sonrasında. Çabalıyorum ama ; bir daha hiç yazamıyorum aynı duyguyla ve aynı kelimeleri bulamıyorum…
……aldığım her yudum yeni bir cümle yazdırırken, bir öncekinin mürekkebini dağıtıveriyor sanki…